Hâlimizi, Yahya Kemal’in mısraları söyler: “Sevdiklerim gidiyorlar birer/ Ay geçmiyor ki almayayım gamlı bir haber” . Yıllar yılı, gidenlerle beraber hüzünle andığım bu söyleyişi bütün zerrelerimde duyduğumu zannederdim. Yaşadıkça gördüm ki yanılmışım. “Vakittir!” diyen sesi şimdi bütün çaresizliği içinde tadarak duyuyorum. Apaçık belli ki, son zamanlarda, bu beytin bütün acılığıyla hissettirdiği kader noktasındayız. O gün, gelene geçene her zaman huzur dilinden konuşan Hacı bayram Camii avlusuna sinen, şevkın ve hüznün akkoruna karışan halimiz buydu. Hazret, misafirini hararetle karşılarken, içimize “kendine yan!” diyen sesin aksi yerleşmişti.
Bir dostun dediği gibi, giden için bayram, kalan için hasretti. Evet, gerçeğin gerçeğiyle yandık: Dr. Müjgan Cunbur Hanımefendi’nin göçüşüyle, insan fakîri dünyamıza bu ağır üzüntünün ağır güllesi düştü.
Ölüm insana beklenmedik şeyler söylüyor. Az çok duyan ve bilenlerimiz için, hayatı keskin çizgilerle onda tanımak, her gidenin ardından bir görünüşü ve belki manasıyle yüzyüze gelmek kaçınılmaz gibi. Anlıyor ve daha önemlisi duyuyoruz ki, bu dünyadan gidiş, hem zihnimizi, hem gönlümüzü terbiye eden müthiş gerçek. Bu apaçık gerçek, kendini saklamakta da sayıya sığmaz yollar bulur. Bir sis bulutu arkasından görünen ne duyuşlar, ne anlamalar ortasında kalakalırız.
Müjgân Cunbur adlı güzeller güzelinin bu dünyadan göçüşü, bana bu dikkatin penceresinden göründü.
O, aramızdaydı. Bizim gibi bir canlıydı. Elbette farklıydı ve elbette o farkı hepimiz bilirdik: Bizden çok fazla bilen, çok fazla duyan ve bütün bildiklerini herkese vermekten haz duyan müstesna bir insandı. Böyle bilir, böyle sever-sayardık. Öyleydi. Ancak, Müjgân Cunbur’un bunlardan çok fazla ve bütün bunlarla izah edilemeyecek kadar başka bir insan yüksekliğini temsil ettiğini anlamak için, güneşin parlak ziyasının üzerimizden kalkması gerekti. Bir perde kapanırken, onun asıl şahsiyetini veren katlardan bir katın perdesi açılmış olacaktı.
Başka bir söyleyişle, aramızdan bedeni çekilince, ruhuyla temas kurma imkânında olanlar için, başka bir cihetten gün ışıdı. Ölüm denen esrarlı başlangıç, bunu her yakınımızı alışta ince bir sızıyla duyurur. Hayatta olanları, en iyi gösteren ölümdür.
Eminim, sağlığında ruhuyla şöyle böyle biliş tutmuş olanlarımız için de bu söz doğrudur. Onlar da diğer sırlı katmanların eşiğine vardılar. Onu kendi gerçeğinde başka türlü bir derinlikle görme ve anlama fırsatına erdiler.
Bunu bize düşündüren ve daha önemlisi hararetle söyleten, Müjgân Hanım’ın olağanüstü hayatıdır. Doğumundan itibaren her türlü fevkaladelikle iç-içe bir ömür sürmüştür.
Mutlaka üzerinde durulması gereken bir husustur: Müjgân Hanım, fizik bakımdan eksikli doğmuştu. Sağ kolu ve ayağından özürlüydü. Bastonla yürüyebiliyordu. Sadece sol elini kullanabiliyordu: Baston o elindeydi, kalem o elindeydi ve her işi de o elle görüyordu. Ailenin büyüklerinin bu hayattan çekilmesiyle yalnız kalmış ve 40 yılı aşan bir zamanı tek başına yaşamıştı. Maddeten böyle bir yarımlıkla muazzam bir bütünlük, hatta bütünlükler kurmanın ışıklı yolunu bilmek ve bildirmek üzerinde durmak lazımdır. Müjgân Hanım’ı anlamanın sırrı –zannımca- burada gülümser.
Devamını oku: BİR GÜL-İ RÂNÂ: Müjgân CUNBUR